Sevme Sanatı

0
1397

Bacon: “Sanat doğaya eklenmiş insan demektir… Ars est homo additus naturae” diyordu. Tablonun, heykelin, şiirin, trajedinin hammaddelerini sağlayan doğadır; insan, aklının isteklerini yerine getirmek için bu maddelere şekil verir, onları düzene sokar. Bu güzel  tanım kabul edildikten sonra, açıkça anlaşılır ki, sevmek sanatı diye bir şey vardır. Çünkü doğa, her şeyde olduğu gibi, aşkta da ancak hammaddeleri sağlar: Yaratıkların iki cinsiyete ayrılması, soyu sürdürme ihtiyacı ve bu ihtiyacın emrine verilen güçlü içgüdüler. Fakat eğer insan aklı yüzyıllar boyunca bu hammaddeleri şekillendirmiş ve bir araya getirip düzenlemiş olmasaydı, aşklarımızın köpeklerin aşkından ayrıcalığı kalmayacaktı. Kırlarda, göklerde, nehirlerde hayvanların nasıl seviştiklerine dikkat ediniz; sonra “Prenses de Cleves”i veya “Tutkular ve Aşk Üzerine Konuşma”yı okuyunuz, aşkta sanatı doğadan ayıranların neler olduğunu ölçebilirsiniz.

İnsan aşkını mucize yapan taraf şudur ki, pek basit bir içgüdü olan cinsel istek üzerine en karışık ve en ince duygulardan bir yapı kurmuştur. Sihirli eylemleriyle iki zavallı ölümlü yaratık, hepimiz gibi çabuk kırılabilen, canlılara özgü o bencilliğe sahip, utangaç, kararsız, sebatsız, vahşi iki yaratık en içrek, en tatlı bir birleşmeyle kaynaşıverirler. Evrenin kayıtsızlığı veya düşmanlığı, gelecek korkuları, sınıfların ve ulusların kinleri, bütün bunlar, birdenbire iki yaratığın gözlerinde duman oluverir, asılsız düşler haline geliverir. Cinsel isteğin güçlülüğü onların bencillik engelini aşmalarına imkan sağlar ve birbirlerini olduğu gibi kabul etmelerine yardımcı olur. Fakat cinsel istek çabuk kaçıverir bir şeydir. Nasıl oluyor da geçici bir içgüdüden insanlar, devamlı ve katıksız duygular yaratmasını başarabiliyor? Sevmek sanatını anlamak istiyorsak, işte bu “cinsel isteğin kutsallaştırılması” sorununu çözmemiz gerekir.

Bu merkez soruna varmak için, önce çevresini kuşatan çalılıkları aşmamız gerekiyor.

Niçin karşılaştığımız binlerce erkek veya kadın arasından, sevgimizin konusu olarak şunu değil de bunu seçiyoruz? Bu konuda iki tez savunulabilir ki, ikisinde de gerçek payı yok değildir.

Bunlardan birincisi, yaşamımızın bazı çağlarında ve özellikle ilk gençlik çağında ve orta yaşın sonlarına doğru, aşka hazırlıklı oluşumuzdur. Henüz bir kişiye yönelmeyen belirsiz bir istek, bizde hoş bekleyiş duyguları uyandırır. Bu, gerçek bir kadın bulamayınca, delikanlının düşünde yarattığı perilere aşık olduğu zamandır; genç kızların roman kahramanlarına, ünlü oyunculara veya edebiyat öğretmenlerine tutuldukları çağdır.  Gençlik, aşk iksirlerinin en etkilisidir. Goethe: “Bu içkiyle her kadında Helene’i göreceksin” der. Beden, muhtemel sevgilinin gelişini merakla beklerken, oradan geçen ilk sevimli kişinin, aşkı uyandırması ihtimali vardır. Bazen talihin iyi yanına rastlar ve bu karşılaşmadan ortaya mutlu bir çift çıkar; bazen ise, bir an için birbirlerine cinsel istekle yaklaşan erkek ile kadın anlaşmazlık ve küçümseme nedenleri bulurlar ve aşk nefreti doğurur.

Rastlantı koşullarından doğan seçimler de düşünebiliriz. Olabilir ki, utangaç ve olağan yaşamlarında duygularını, isteklerini açıklamaya asla cesaret edemeyecek kişiler, zoraki bir içreklikle birbirlerine yaklaşmışlardır. Fransız İhtilali’nin zindanları, daha sakin dönemlerde kendi halinde birer eş olacak pek çok kadına büyük ve ateşli aşklar yaşatmıştır. Bir erkeğin hatırı sayılır olması veya başarıya ulaşmış olması, onu kadınların gözünde kusurlarını örten bir örtüye bürünmüş olarak gösterir. Zafer anları, bir aşkın doğmasına pek elverişli zamanlardır. Bazen rastlantı ruhların veya kalplerin anlaştığı kuruntusunu yaratıverir. Birdenbire, üçüncü bir kişinin söylediği bir cümle üzerine iki bakış karşılaşır ve iki kişi birbirine benzer tepkiler gösterdiklerini anlarlar. Bir arabanın sarsıntısıyla iki el birbirine dokunur ve bu teması ağırlık kurallarının gerektirdiğinden, bir an fazla sürdürmekten zevk duyulur. Bu kadarı da yeter.

Öteki tez de şudur: “Yıldırım aşkı” veya ilk görüşte aşık olmak kaderin bir belirtisidir. Bir Yunan efsanesine göre, her insan bir erkekle bir kadından meydana gelmişti, sonradan Yaradan, bunların her birini ikiye ayırdı ve o zamandan beri de ayrılmış olan bu yarılar, birbirlerine kavuşmaya çalışırlar. Kaderin seçmiş olduğu bir çiftin iki yarısı karşılaşınca, aralarındaki yakınlığı onlara şiddetli ve tatlı bir sarsıntı haber verir ki, buna yıldırım aşkı deniyor. Herbirimiz, içinde “şu koskoca dünyada, örneğin, aradığı kendi güzel kavramını taşımaktadır” ve ilk gençliğinin perilerini donattığı o kusursuzluklara sahip gerçek bir yaratık bulacak olursa, zevkinden kendinden geçer.  Öyle kişiler vardır ki, hem güzellikleriyle duyularımızı büyülerler, hem de konuşmalarındaki tatlılıkla bizleri memnun ederler. Böylelerini hiçbir çaba harcamadan ve pişmanlık duymadan severiz. Onların yanında geçen her dakika, kusursuzluklarından daha çok emin olmamıza yarar. Biliriz ki, onları değiştirme gücü bize verilmiş olsaydı bile, hiçbir şey değiştirmek istemezdik. Sesleri bize “en tatlı melodi” gibi gelir ve alelade konuşmalarını en kusursuz şiirlerden daha çok beğeniriz. Böyle, birine sınırsız hayranlık duymak, büyük mutluluktur; sevilen birinin hem ruhuna hem bedenine duyulan hayranlığa dayanan aşk, hiç kuşkusuz en büyük zevki veren aşktır.

Nihayet sayıları oldukça kabarık öyle kadınlar ve erkekler vardır ki, bunlara hiçbir zaman ne rastlantı, ne karşı konulmaz duygular, bir hayat arkadaşı seçtirmemiş ve hayat arkadaşlarını kendileri seçmek zorunda kalmışlardır. Bu gibilerin seçimine yardımcı olmak için bir sevmek sanatı, birkaç kural göstermeli, öğretmeli midir? Denebilir ki, güleryüz, sabır ve özellikle yaşamı iyi tarafından görme alışkanlığı, bir çiftin mutluluğunda büyük rol oynayan erdemlerdir ve bunlar da çok zaman (fakat her zaman değil) sağlıktan doğarlar. Seçilecek eşin ailesi uzun uzun incelenmelidir; çünkü mutluluk, mutluluğu getirir ve sevginin kısa zamanda soluverdiği kederli, huysuz çevreler vardır.

Gene öyle anlaşılıyor ki, bir kadın, enerjik ve tam erkek yaradılışlı bir kocayla ve bir erkek de sevecen (müşfik) ve erkeği tarafından yönetilmeye boyun eğen bir kadınla daha kolaylıkla mutlu olmaktadır. Pek genç yaştaki kızlar, üstünlüklerini kabul ettirecekleri, dilediklerince çekip çevirebilecekleri bir erkekle evlenmek istediklerini söylerler. Ben ise, gücü veya cesareti dolayısıyla saygı duymadığı bir erkekle evlenmiş bir kadının veya bir Amazonla (Eski çağda yaşamış efsanevi bir savaşçı kadınlar kavmi. Erkek yaradılışlı kadınları belirtmek için kullanılan bir deyim olmuştur) evlenmiş normal bir erkeğin gerçekten mutlu olduklarına hiçbir vakit rastlamadım. Fakat bütün bunlar gene de çok karışık ve birbirine bağlı öğelerdir, çünkü en köle yaradılışlı kadında bile, kahramanında çocukça yanlar bulmaktan hoşlanan bir koruma içgüdüsü vardır.

Gerçekte ise rastlantılar öylesine büyük rol oynar ki, erkek ile kadının katıksız bir istemle hayat arkadaşını seçebilmesi enderdir ve böyle oluşu daha da iyidir: Çünkü burada içgüdü, bütün hatalarına rağmen, akıldan daha şaşmaz bir yol gösterebilir insana. “Sevmek gerekir mi?” diye sorarlar. Bu, sorulmaması gereken bir şeydir; sevgi kendiliğinden duyulmalıdır. Aşkın doğuşu da, her doğum gibi, doğanın bir eseridir.

KaynakAndre Maurois,'Yaşama Sanatı'
ihtiyarbilge
Bilgeliği aramak bilgeliktir.

Bu yazılar da ilginizi çekebilir


YORUM YAP

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz